Osman BAŞ
Her yeni günümü eski günlerle bütünleştirip bir ömrün sayılı günlerini farklı, mutlu mutsuz, istekli isteksiz, zengin fakir, uzun kısa ayrımı yapmadan sessizce yürüyorum. Yaşıyor, akıyor, tutuyor, alıyor dahası ölümü biliyor, hissediyor bir gün mutlaka diyerek yaşananların tahlilini yapıyor her gün sayılı günlerimden birine misafir oluyorum…
İkindi vaktinde yaşadığımı hissettiğim vücudumun, akşama doğru yol alışında tenimin her köşesindeki değişim bilgi ve birikimimle gönül dostlarımın aramızdan ayrılışını izliyorum. Hasrete, gurbete akıntıların ötesinde hep türkülere ulaşıyorum. Yolun Sonu Görünüyor, Telli Turnam, Mihriban, Aynalı Kemer… Onlarca türkü beynimde şerit hâlinde hareket ediyor, dudaklarımda ses veriyor. Mustafa Yıldızdoğan’la “Türkiyem’e” ulaşıyor, Har-ı Bülbül’ün dinleyiciyle buluşacağı günleri iple çekiyorum. Selamımı ulaştırmayan rüzgârların nefesini görüyor aldırmıyorum. Gönül coğrafyam yüreğimdeki türkülerle yaşıyor, bütünleşiyor.
Biliyorum ve yaşıyorum ki beynimde fırtınalar kopuyor. Bazılarının beyin fırtınası diye ifade ettiği terimlerin ötesinde günlerime damga vuran bir yoğunluğu ve ağırlığı yaşıyorum.
Canın içinde canı arayan kaç sevdalı yürek kaldı ki candaki cana ulaşıp, kendi içinde kendini bulup, kendini bilmeyen ve bulmayanlarla Yunus yüreğince bütünleşip, gönülleri serinleten bir bardak su, bir bardak çay, bir tas ayran ikramının şuuru ve buluşuyla gönülleri fethe çıksın.
Yârin yolunu beklemeye aldığım sabahın güllerine selam olsun. Ey! Bülbül aşkıyla aşk odunda yanan gönüllerin bozkır yamaçlarında esen rüzgâra uzantısı, nasılsın? Yamaçlarında eriyen karın, gül suyuna ihtiyacı yoktur. Toprak üzerine çıktığı anda bir mızrak sekişince ayrılıp yoluna devam eden kaynağım. Bir yudum su… Bir tas ayran… Bir dilim ekmek… Bir tatlı söz…
Yüreğim gözyaşlarına teslim. Gözyaşlarım bir dostun aziz hatırasında mutlu dakikaları yaşıyor.
Bir çamurlu sokağın, yamaçtaki tarlanın, çalı dikeni ile kaplı bir tepenin Kelkit’e akışına takılan bir gül tazeliğini hep yüreğimde taşıyorum.
Şimdi sahralarda doğan güneşe posta koyan ben, bulutların üzerime yığınak yaptığı kar tanelerine aldırmıyorum, takmıyorum, ilişmiyorum, bazen yaşadığım şehrin havasının temizliğine katkıda bulunduğumu düşünüyor seviniyorum.
Artık karlı günlerin akşama bıraktığı ayazında tenimin halini hatırı sormuyorum. Yâre göz olmuş, can olmuş, canan olmuş, gül olmuş ne varsa Yesevi’den alıyor, Yunus’a salıyorum. Konya tütüyor gözlerimin önünde. Mevlana’ya uzanmak istiyorum. Bende ne kadar ben varsa Mevlana’yı istiyor. Rüyalarıma konuyor. Can canı bekliyor. Çağırıyor, arzuluyor. Kim bilir belki de dertleşmek istiyor yüreğim. Neyim varsa heybeme alıp gitmek istiyor.
Sonra… Canım, cananım, yârim, efendim…
Umre sonrası hasret, yüreğimdeki yangın daha çoğalarak vuslatı bekliyor.
Sonrası; ilim ehlinin avuçlarında savrulup, tipiye, yağmura, güneş olan iklimler. İklimlerin çocukluğumu teslim alışındaki duygularımla köye uzanışım.
Sonra köye hasret duygular şiirimde;
“Ekinleri biçerdik toplardık sapları,
Sütlü mısır kızartırdık akşamları,
Ekmeği köz üzerinde iyice ısıttık mı?
Soğanla beraber yemenin tadı başka başkaydı…”
Deyişin derinliğinde “Oku! Allah aşkına oku… Sen beni okuyorsun. Köy gençlerinin yaşantılarını yüreğime dokuyorsun” diyen kaç sevda çınarı kaldı…
“Göze gül konar,
Güle göz nazarı.
Güle göz akar,
Gözde gül sefası.”
Sefasında sessizliğin boy ötesi, soy ötesi, kem gözlerden sakınan, onun her hareketini, sözünü yarınıyla birleştiren huzurun ve mutluluğun bir yudum suya eyvallah deyişin dünde kalan gül aşkı…
Toprak beyaz bir sayfa açıyor, içini ve dışını taze gelinliğiyle süslüyorken, dışarıda mevsimin en soğuk esintisi var. İkindi sonrasına merhaba demiş bozkırın yalnız adamı, gecenin öteki yarısına ulaşmış vaktin sessizliğinde bir dostu yazıyor, Okuyor, gök kubbede kalan bâkiye uzanıyor.
Bir Yesevi’ye, bir Yunus’a, Bir Mevlana’ya gidiyor, Karacaoğlan dizeleri doruğa ulaşıyor. Ulaşıyor da yüreğim gözyaşlarına teslim oluyor. Âşık Veysel gülümsüyor, Ulubatlı burçlarda bayrak nöbetinde şehit olmak üzere, Fatih Topkapı’dan şehre giriyor, ben Üsküp’te Vardar Irmağı üzerinde Fatih Köprüsünde bağdaş kurmuş gözyaşı döküyorum.
Millî ve manevi dugularımı serbest bırakıyorum. Yüreğimin bir tarafı Balkanlarda ecdadı şükranla anıyor, diğer yarısıyla Kafkaslara uzanıyor, konuştuğum, sohbet ettiğim herkese “Nasılsın kavim gardaş?” diyorum.
Mevsime inat kâh üşüyor, kâh alev alev yanıyorum. Müslüman Türk olmanın sesli ve sessizliğinde tenimi ruhuma teslim ediyor, herşeye rağmen vakte merhaba diyorum.
Ali Yaşar’ın; “Can içre canan bilmişem, gavim gardaş nerdesen?” mısrasıyla süslediği şirini defalarca okuyorum.
Elbette Irak, çok ırak değil.
Medine akşamlarımdan kalan serinlik tenimde hâlen varlığını sürüdürüyor. Hasretin, ayrılığın, sevdanın vuslata uzanışı bu olsa gerek.
Şu an akşamın karanlığı, gecenin ortasına doğru yol alıyor. Ben her zamanki gibi yine kelimelerin azizliğine uğruyorum, yutkunuyor, boğuluyor ve kelimelerle savaşıyorum.
Ciğerlerimin derinliklerinde o kadar alamadığım nefes var ki… Unuttuğum bir damla su, bir nefeste ılık rüzgâr, bir yürek atışında sevgi, tatlı gülümseyişiyle şafağa ulaşıyorum.