ÜNLÜ KAZAK ŞAİRİ MUHTAR ŞAHANOV: “TÜRK DÜNYASINDA MANKURTLAŞTIRMA SÜRECİ DEVAM EDİYOR”
Bu sene Kazak Türklerinin dünyaca en ünlü şairi, Kazak milli kimliğinin ve ruhunun korunması konusundaki sembol şahsiyeti Muhtar Şahanov 70. yaşına ayak basmış bulunmaktadır. Şahanov 29 Temmuz – 04 Ağustos, 2012 tarihlerinde Türkiye’ye planladığı seyahati dolayısıyla Nurgaliy Jüsipbay’ın Türk okuyucuları için kendisiyle özel olarak yaptığı söyleşiyi takdim ediyoruz.
N.JUSİPBAY: Muhtar Ağa, sohbetimize başlamadan önce 70. doğum gününüzü kutluyorum. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Sağlık dolu daha nice yıllar diliyorum.
Biz sizi Kazak Türklerinin milli değerlerden hiç taviz vermeyen, en cesur ve kahraman bir kalemi, sözcüsü ve şairi, UNESCO’nun kabul ettiği büyük düşünürü, büyükelçi, milli ruh hareketinin ve düşüncesinin önderi olarak biliyoruz.
1986’da Almatı’da Sovyet rejiminde ilk defa demokratik taleplerle ortaya çıktığı için hapsedilen, işkence gören, işyerleri ve üniversiteden atılan Kazak gençlerinin ve o dönem tüm Kazaklara yersiz ve haksız olarak sürülen “şovenist milliyetçilik” iftirasının geri alınması için SSCB Halk Temsilciler Meclisinde ilk olarak gündeme getirdiniz.
Bununla birlikte aynı konuşmanızda, SSCB tarihinde ilk defa, Kırım Türklerinin ve Ahıska Türklerinin zor durumunu gündeme getirdiniz ve Sovyet halklarının ana diline resmi statü verilmesini talep ettiniz.
Bize, okurlara o günkü tarihi olaylardan bahseder misiniz? Jeltoksan, yani Aralık Olayları dediğimiz 1986 Kazak gençlerinin demokratik ayaklanması nedir?
M.ŞAHANOV: 1986 yılının Aralık ayında, Kazakistan’ın Almatı şehrinde patlak veren ve Aralık ayına Kazak Türkçesinde “Jeltoksan” olarak ifade edilmesi sebebiyle tarihe “Jeltoksan Ayaklanması” adıyla geçmiş olan bu tarihi şahlanış; Kazaklar’ın milli onur ve namusunu silkindirerek uyandıran, milli bağımsızlık için alevlenen, Sovyetler Birliği’ndeki tüm cumhuriyetlerde milli bağımsızlıklarını kazanma ruhunu ayağa uyandıran, dünyadaki dev devletlerden biri olan SSCB’nin dağılmasına önemli derecede etki eden ve Sovyetler Birliği’ne üyeliği açısından cumhuriyet kapsamında, tüm Sovyetler Birliği genelinde ve dünya çapında çok büyük öneme sahip olan bir ayaklanmadır. Bu ulu ayaklanmanın kökeni geçmiş tarihimizin çok derinlerine kadar uzanır. Kazak gençlerinin Jeltoksan Ayaklanması Sovyetlerin sömürgecilik ve mankurtluk siyasetine karşı Kazak halkının duyduğu ve artık dayanılmaz hale geldiği öfkesinin ateşe, kızgın lava ve kora dönüştüğü andır.
Sovyetler Birliği yönetiminde bulunduğu yaklaşık 70 yıl içinde Kazaklar hep geri plana atıldı. 1986 yılına kadar Kazakistan’ı yöneten 20 Komünist Parti idarecisinden 17’si diğer millettendi. Kazakistan KGB başkanlarından sadece ikisi Kazaklar’dandı. Kazakistan’da devlet idaresine gelecek kişileri belirleme hakkı sadece Moskova’ya aitti. Kazakistan’ın yerli halkının dilinden, dininden, milli kültüründen ve tarihinden habersiz Komünist Parti Sekreterleri idari kadroları kendileri gibilerinden kurarak, tüm çalışmalarını Moskova’ya göre yürütmekteydiler.
Ülkede Kazak Türkçesi bir kenara atılmış, Rusça birinci dil haline gelmişti. Resmi evraklar tamamen Rusça yazılıyordu; eğitim dili Rusçaya kaymıştı; Rusça bilmeyen iş bulmakta zorlanıyordu. Böylece Kazakistan’da Kazakçanın yaşam alanını iyice kısıtlanmıştı.
Böyle bir dil politikasının sonucunda, sekseninci yılların ortalarına kadar Kazakistan’da Kazakça eğitim veren 700’e yakın okul kapatıldı. Hatta nüfusu bir milyonu geçen Kazakistan’ın başkenti Almatı’da bile tüm okullar Rusça tedrisat yapıyordu. Kazakça Türkçesinde eğitim veren tek bir okul vardı.
Kazaklar kendi öz yurdunda garip, öz vatanında parya haline gelmişti; kalabalıklar arasında ana dilinde rahatça konuşmaktan çekinen, milli kimliğinden utanan bir halk olmuştular. Kendi topraklarında ekonomik ve sosyal adaletsizlikle karşı karşıya kaldılar. Örneğin, Kazaklar’a köylerin dışında, büyük ve orta şehirlerde yaşama imkanı tanımadılar. 1980’li yılların istatistiğine baktığımızda Almatı nüfusunun ancak %16’ı Kazaklar oluşturuyordu. Köylerden şehirlere eğitim veya iş için gelen Kazaklar kalacak yer bulmakta ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler. 16 Aralık 1986’da Moskova’nın kararıyla Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Genel Sekreterliğine Kazak asıllı Dinmuhammed Kunayev’in emekliye sevk edilerek, yerine güne kadar Kazak topraklarında hiç bulunmamış olan Rusya’da doğup büyümüş bir Rus olan Gennadi Kolbin’in tayin edilmesi aslında Rus şovenizminin Kazak halkını yerle bir etmesi idi.
Ancak, Kazak gençleri bu haksızlıklara daha fazla sessiz kalamadı. “Kazakistan Cumhuriyeti’nin yönetimine yerli halkın hayatı ve kültürüyle ilgili en ufak bir bilgisi bile olmayan ve üstelik başka bir halktan olan biri nasıl seçilebilir? Kazaklardan kendi halkını yönetebilecek bir politikacı bulunamadı mı?” şeklinde sorular sormaya başladılar.
Kafalarına takılan bu sorulara cevap aramak üzere, Kolbin’in Kazakistan Komünist Partisi I. Sekreteri tayin edildiği haberinin verilmesinden sonraki günü, yani 17 Aralık 1986’da Almatı Cumhuriyet alanına yürüyen Kazak gençlerinin hükümeti devirme gibi bir maksatları yoktu. Sadece SSCB Başkanı Gorbaçov’un “perestroyka” ve “glasnost” politikalarında Sovyet halklarına vaat edilen daha çok demokratikleşmeye uygun olarak “Her cumhuriyeti kendi milletinden olan bir lider yönetsin”, “Hiç bir millete üstünlük verilmesin” pankartları taşıyarak, sloganları atarak bu vaatlerin gerçekleştirilmesini barışçıl bir yolla talep ediyorlardı.
Ancak, kibirli, gururlu Sovyet yönetimi hegemonyası altındaki bir halkın Komünist Partisi kararına karşı çıkarak, fikrini bildirmesinden hem şaşkındı ve hem de korkmuştu. Çünkü, o güne kadar hiçbir Sovyet halkı Komünist Partisi’nin kararına bu şekilde açıkça protesto etme ve karşı çıkma cesaretini gösterememişti. Bu bir ilkti.
Bu sebeple bu hareketi başkalarına örnek olmaması için hemen bastırılması gerekiyordu. Almatı’ya Kazakistan’ın diğer şehirlerinden özel askeri ekipler ve Kazakistan’ın dışından Taşkent, Ufa, Frunze, Çelyabin, Novosibirsk, Sverdlovsk ve Tiflis gibi şehirlerinden de askerler sevk edildi.
Milli demokratik yönetimi savunduğu ve bu konudaki düşüncelerini yönetime açıkça ifade ettikleri için alandaki Kazak gençleri insanlık onuruna yakışmayan muameleye maruz kaldılar. Kız erkek demeden gençlere demir sopalarla ağır travmalar verildi; askerî kazma darbeleriyle ölümcül yaralamalar oldu; kızlar saçlarından çekilip tartaklandı; aralık ayının müthiş soğuğunda soğuk tazyikli su püskürtüldü; itfaiye arabalarının altında ezildiler; zehirli gazlarla zehirlendiler; köpeklere ısırtıldılar. Bunlar da yetmedi. Olaylardan sonra olaya adı karışan tüm Kazak gençleri takibe alındı; mahkemeye sevk edilerek çeşitli cezalar verildi ve sürgün edildiler.
18-19 Aralık günleri bu olayları haber yapan Sovyetler Birliği Merkez Televizyon Kazak gençlerinin demokratik amaçlarını gizleyerek ve hatta çarpıtarak milliyetçi, esrarkeş ve sarhoş gençlerin bozgunculuk hareketi olarak tanımlayarak onları karalamakta ve suçlamaktaydı. Diğer basın yayın organları da karalama ve suçlama kampanyasına destek verdiler.
Aralık olaylarıyla ilgili suçlamalarla toplam 8500 kişi tutuklandı. Bunlardan 99’u çeşitli sürelerle hapis cezasına çarptırıldı. Yüzlerce kişiye başka çeşitli cezalar verildi. 300’den fazla genç üniversitelerden atıldı; 319 kişi işinden oldu; 52 kişi parti üyeliğinden çıkarıldı; 758 kişi Komsomol Gençlik Teşkilatından atıldı. Kimliklerine bozguncu damgası vurulan gençlere adi işlerinden dışında iş verilmedi; annesi, babası, akrabalarıyla birlikte sürgüne gönderildiler. Olayda ölenler hakkında hiçbir bilgi verilmedi. Tüm belgeler yok edildi. Aralık olayları üzerine araştırma yapmak ve hatta konuşmak yasaklandı.
Demokratik hak talepleri ile alana çıkıp gösteri yapan gençleri bastırmada, suçlama ve cezalandırmada aktif rol alanlar Sovyet yönetimi tarafından gizlice ödüllendirildiler.
1989 yılına kadar bu haksızlığı kimse dile getiremedi. Çünkü Kazakistan’da yasak vardı. O sene Moskova’da, parlamentoya seçilen SSCB Halk Temsilcilerinin ilk meclisi gerçekleştirildi. Fakat, bu meclise Kazakistan’dan 99 temsilci katılmasına rağmen kimse Aralık olaylarından bahsetmek istemiyordu. Delegelerden kişi konuşma yaptığı halde Jeltoksan Ayaklanması’nın gerçeklerine temas etmediler. Sanki, Kazakistan’da Jeltoksan trajedisi hiç yaşanmamıştı.
Tüm SSCB’nin ve hatta dünyanın izlediği mecliste Almatı’da yaşanan Jeltoksan Ayaklanmasıyla ilgili tüm gerçekler, ne pahasına olursa olsun, dile getirilmeliydi. Başkası dile getirmese de, ben dile getirmeliydim. Kendi kendime bu şekilde karar aldım. Mecliste kürsüye çıkacakların listesinde önlerde yer alıyordum. Ama, listede benden gerilerde yer alan Kazak milletvekillerinden bazıları bir değil, iki defa konuştular. Ama bana sıra gelmiyordu. Beni konuşturtmayacakları anlaşılıyordu. Birkaç gün önce Kolbin bana gelerek:
“Aralık olaylarını gündeme getirmek istediğini biliyorum. Bundan vazgeç. Sonra her şeyi hallederiz” diye ricada bulundu. Sonra benim üzerimde etkili olacağını sandığı yetkili iki kişiyi de gönderdi. Ama ben kararımdan dönmedim. Sonuçta KGB, Gorbaçov ve Kolbin’i kandırarak kürsüye çıkmak zorunda kaldım.
– Bunu nasıl başardınız?
– Jeltoksan Ayaklanması hakkında konuşturtmayacaklarını anladığım için, Kazak temsilcilerinden bir kısmına Gorbaçov’a hitaben bir dilekçe yazdırtarak imzalattım. Dilekçe metni şöyleydi: “Muhtar Şahanov’a Aral ve Balkaş gölleriyle ilgili ekolojik problemleri dile getirmesi için konuşmasına izin vermenizi istyoruz”. Bunun üzerine Oturum Başkanı Gorbaçov konuşmama izin verdi, fakat “Yoldaşlar, yaklaşık on dakikamız kaldı. Sırada söz isteyenler çok. Vakti uzatmadan, bu on dakikayı verimli kullanalım. İlk konuşma Vitali Yosifoviç Goldanski’ye, ikincisi ise Şahanov Muhtar’a verilecektir. Sizlerden ricamız konuşmalarınızın iki veya üç dakikayı aşmamasıdır” diye uyarıda bulunmayı da ihmal etmedi. Fakat ben Meclis’i televizyonlardan canlı olarak da yayınlanan bu oturumunda gerçekleri uzun uzadıya ortaya koymaktan çekinmedim.
6 Haziran, 1989’da Kremlin’de Muhtar Şahanov’un yaptığı tarihi konuşma metni:
Yüksek Meclis!
Olması muhtemel etnik çatışmayı önlemek amacıyla, ben, Kazakistandan seçilen 19 Milletvekili adına cumhuriyetimizde büyük olumsuzlukları yol açmakta olan şu durumu ortaya koymak istiyorum. Mecliste Gürcistan’da yaşanan olaylar meselesi gündeme getirilmesinden itibaren Kazakistan’dan seçilen milletvekilleri seçmenlerinden sayısız mektuplar almaktadırlar. Onlar bu mecliste geniş çaplı yürütülen “glasnost” ve “perestroyka”ya rağmen barşcıl göstericilere karşı askeri kazmaların, köpeklerin kullanıldığı, kadın ve kızların asker botlarıyla tekmelendiği, coplarla saldırı yapıldığı 1986 yılında Almatı’da yaşanan Aralık Olayları meselesini gündeme getirmediğimizden dolayı bize şikayetlerini açıkça bildirmektedirler. Bahsettiğimiz bütün bu vahşet herkes tarafından bilinen mitingler hakkında genelgenin daha yayınlanmadığı dönemlerde yaşanmıştır. Miting kurbanları hakkında gerçekler bugüne kadar hala toplumdan gizlenmektedir. Bazı kaynaklara göre olaylar sırasında iki bine yakın kişi tutuklanmıştır. Bunların çoğunluğu uzun yıllara hapse atılmıştır. Binlerce kişi üniversitelerden ve iş yerlerinden atılmıştır. Krizden çıkma hususundaki reformların eksiklikleri ilk deneye dayanamadan gerçek yüzünü ortaya koyarak siyasi hazırlığa sahip olmayan yüzlerce gençlerin kaderini sonsuza kadar olumsuz etkilemiştir. Ancak, Almatı olaylarıyla ilgili gerçekler ve asayiş kuvvetleri askerlerinin canice hareketleri şuana kadar gizli tutulmaktadır. Bundan dolayı, ülkede Aralık olaylarıyla ilgili çeşitli söylentiler çoğalmakta ve bu çeşitli etnikler arası anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bundan dolayı, biz, çeşitli ülke ve milletlerden oluşan milletvekillerinden Almatı’da yaşanan Aralık Olaylarını inceleyecek olan bir komisyonun kurulmasını talep ediyoruz. Almatı olaylarından sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezi Komitesi’nin “İşçilerin internasyonal ve vatanseverlik terbiyesiyle ilgili Kazakistan Cumhuriyeti Parti Heyeti’nin Faaliyetleri Hakkında” adlı bir kararı yayınlanmıştır. Bu kararda Almatı’daki Aralık Olaylarının “Kazak Milliyetçiliği” [Sovyetlerde milliyetçilik ırkçılık ile aynı olumsuz manayı taşımaktadır – Ç. N.] olduğu ifade edilmiştir. Milliyetçilikle beş bin, on bin, yüz bin, hatta daha fazla kişi suçlanabilir. Ancak, tüm bir halkı ırkçı-milliyetçi olarak suçlayamazsınız! Bu suçlama tüm Kazak halkına sürülen bir leke ve iftiradır! Bundan dolayı millete adaletsizce atılan iftiranın geri alınması için gerçeklerin tespit edilmesini ve adaletin yerini getirilmesini talep ediyoruz. Kazak halkı tarihi ve kanıyla halklar dostluğuna sadık olduğunu birçok kez ispatlamıştır. Yakında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezi Komitesi’nin etnikler toplumlar arası sorunları masaya yatıracak bir toplantı düzenleyecektir. Merkezi Komitesi üyesi olmadıkları için milletvekillerin çoğunluğu bu toplantıya katılma hakkına sahip değildir. Bundan dolayı biz, Kazak milletvekilleri şunu teklif ediyoruz: Bu mecliste SSCB’YE ÜYE OTONOM CUMHURİYETLERİN, OTONOM EYALETLERİN, MİLLİ BÖLGELERİN ve AZINLIK HALKLARIN ANA DİLİNE RESMİ DEVLET STATÜSÜ VERİLMELİDİR! Ayrıca, BUGÜNE KADAR DOĞDUKLARI TOPRAKLARDA KENDİLERİNİ SÜRGÜN KURBANLARI GİBİ HİSSETMEKTE OLAN SOVYETLER BİRLİĞİ’NDEKİ TÜRKLERİN VE KIRIM TATARLARIN ZOR DURUMUNA ÇÖZÜM BULUNMASINI TALEP EDİYORUZ!
Müsadenizle, divana seçmenlerden gelen şikayetlerin bir kısmını ve ülkedeki tanınmış yazarların, bilimadamların, gençlerin imza atarak kurultaya yollamış oldukları mektupları vermek istiyorum.
Dinlemekte gösterdiğiniz sabır için teşekkür ederim.
Konuşmamı tamamladıktan sonra Aralık olaylarının araştırılması için özel bir komisyon kurulmasını talep eden 3000’i aşkın imzanın bulunduğu mektubu ve bana ulaşan acil mektupların büyük bir kısmını Gorbunov’a teslim ederken yanında oturan Gorbaçov’un kızgınlıktan yüzünün kıpkırmızı olduğunu fark ettim. Salona döndüğümde kalbim ağzıma gelecek gibi oldu. Kürsüye yakın oturan beni hiç alkışlamayan Rusya milletvekilleri sert bakışlarını bana yöneltmiş olarak oturuyorlardı.
Beni konuşmamdan dolayı sadece iki milletvekili tebrik etti. Biri, büyük Rus bilim adamı, insan hakları savunucusu ve Nobel ödülünün sahibi Andrey Saharov, diğeri ise, Özbekistan Yazarlar Birliğinin Başkanı Adil Yakubov idi. Yakubov: “Vah, cesur yiğidim” diye beni kucakladı. Meclis oturumuna Kazakistan’dan gelen diğer doksan sekiz milletvekilinden yanıma gelen hiç olmadı. Nedenini söylemezsem de bellidir. “Kendilerinin Şahanov’la ilişkisi olduğunu düşünecek” diye Kolbin’den korkuyorlardı.
Kurultaydan sonra Moskova konukevindeki odama döndüğümde telefonum hiç durmadan çalıyordu. Ahizeyi kaldırdığımda Kolbin:
– Sen beni diri diri gömdün! Geçende “Şimdilik söyleme” diye ricada bulunmadım mı? Ne yaptın sen?!”, – diye bağırdı.
– Bugün bana konuşma fırsatını vermemiş olsan da, er ya da geç, gerçeklerin birinin ağzıyla söylenmesi gerekirdi, – dedim.
– Ben bunu böyle bırakmam. Senin bu bozguncu davranışından sonra ülkede tekrar ayaklanma çıkarsa hapse atılacaksın ve olacaklardan sorumlu tutulacaksın, – diye bağırdığında kulağımın neredeyse zarı patlıyordu.
– Tam tersi, ikimiz yerimizi değiştirirsek nasıl olur? – diye ben de sinirlenerek cevap verdim. Sonra telefonu kapattım.
Ertesi sabah Kazakistan KGB Başkanı Miroşnik:
– Yoldaş Şahanov, siz kendi kendinize yaptınız. İmzalarını aldığınız 19 milletvekilinin çoğunluğunu Aral problemini söyleyeceğim diye kandırmışsınız. Onların bazıları: “Şahanov bizi kandırdı. Dolaysıyla SSCB milletvekili olarak çalışmamalı” diye rapor verdiler. Bu olay ispatlanırsa bundan sonraki durumunuzun nasıl olacağını tahmin ediyor musunuz? – dedi.
– Ben sadece 19 kişiyi kandırmadım. Gorbaçov’u da kandırdım. Yirminci kişi olarak onu da kaydedin, – dedim ve dönerek yoluma devam ettim.
– Muhtar Ağa, bu konuşmanın sonunun planlanmış bir “araba kazası” veya bir “kalp krizi”, yani, ölüme varacağını hiç düşünmediniz mi?
– Tabi ki düşündüm. Ancak, tatlı yalanlarla yaşamaktansa, ölmem daha hayırlıydı.
– Peki böyle girişimler oldu mu? Hayatınızı tehlikeye atan bir saldırı, bir suikast yaşandı mı?
– SSCB milletvekillerinin ikinci kurultayından sonra kimliği belirsiz bir kişi telefon ederek bana şunları söyledi:
“Sizi ortadan kaldırmak için iki kez suikast planı hazırlanmıştı. Birincisi, Jeltoksan Meselelerini tekrar gündeme getireceğinizden korkarak, sizin SSCB Milletvekillerinin İkinci Kurultayına katılmanızı engellemek için yapılmıştı. Sizi bu planlı trafik kazasından havalimanına tek başınıza değil, iki arabayla grup halinde yola çıkmış olmanız kurtarmıştır.
İkinci kez Moskova’da hava durumunun uygun olmayışı sebebiyle uçması bir günlüğüne ertelenen uçak biletini beklenmedik anda başka bir uçak için değiştirmeniz ve esas vaktinden 30-40 dakika öncesinde başka bir uçakla geriye dönmenizden dolayı planlanan suikastı atlattınız. Şunu açık ifade etmek isterim ki, uçuş saatinizin değiştirildiğini çok iyi bildiğim tanıdıklarımın dışındakilerin haberleri olmadığı için bu tuzaktan da kurtulmuş oldunuz.”
Ayrıca, Aralık Olaylarını Araştırma Komisyonu’nun çok hararetli çalıştığı günlerin birinde, Moskova’da iken tansiyonum çok sık yükseliyor, başım hep dönüyordu. Bundan rahatsız olarak “acil servis” cankurtaranıyla Kremlin hastanesine gittim. Benimle çok iyi ilgilenen doktor tomografi çektirdikten sonra, odasında oturtup, bana bir müddet sessizce baktıktan sonra: “Hemen hastaneye yatmanız lazım. Beyninizin yarısına kan gitmiyormuş” dedi. Çok korktum. Ama, SSCB Yüksek Kurulu üyesi olduğum için bana tahsis edilen “Moskova” konukevindeki odamda Jeltoksan Ayaklanmasıyla ilgili çok gizli belgeleri masamda açık halde bırakmıştım. Bundan endişe duyduğum için, doktora her ne kadar “Hastanenize yarın yatayım” dediysem de, o sözümü hiç dinlemedi. Hemen yatmam gerektiğini söyleyip, ısrar etti. Buna kızarak, ne olursa olsun hastanede kalmayacağımı söyleyince, ısrarından vazgeçti. “Öyleyse yarın gene sabah sekizde hastaneye gelin” diye söz aldıktan sonra beni uğurladı. O gece saat 23’te biri bana telefon açtı. Adamın sesi uzunca bir borudan çıkar gibiydi. Sesini belli etmek istemediği belliydi.
– Şahanov musunuz? – dedi adam Rusça.
– Evet, – dedim.
– Siz yarın hastaneye yatacak mısınız? Dikkatli olun. Yatarsanız bir daha çıkamazsınız, – der demez telefonu hemen kapattı.
Şüpheli düşünceler kafamı kurcalamaya başladı. Kremlin hastanesindeki doktorun bana gösterdiği aşırı ilgisinin sırrını o anda anlamaya başladım. Aynı gece saat bir buçuktaki uçakla Almatı’ya döndükten sonra, ertesi gün boyu yataktan kalkamadım. Başımın dönmesi hiç kesilmedi. Ertesi gün Bakanlar Kurulu hastanesine gittim, ama başhekim Muhtar Aytkazin yerinde yoktu. Yardımcısı genişçe bir odaya yatırdı. Hemşire olarak orta yaştaki bir Rus kadınını tayin etti. Gazete okuyordum. Kapı çalındı. Muhtar Aytkazin’di. Bana bir şey söylemeden işaret ederek dışarıya çağırdı. Uzunca koridorun ücra bir köşesine gelince:
– Muhtar Bey, doktor hanımın verdiği ilaçları içtiniz mi? – diye sordu.
– Hayır, ama iki üç haptan almam gerektiğini söyledi, – dedim.
– İçmediğiniz iyi olmuş. Kadının verdiği ilaçları sanki içmiş gibi davranınız. Daha sonra onları gizlice, şu Kamal Tölebaykızı’na teslim edin. Bu bizim kardiyoloji servis sorumlusu, – dedi. Ayrıca:
– Muhtar Bey, kusura bakmayın, sizi şu ankinden daha kötü bir odaya almam lazım, – dedi Aytkazin. Meğerse, bu hastanedeki iki odaya; benim ve Özbekali Janibekov’un odasına dinleme cihazları yerleştirmişler.
Ertesi gün M.Aytkazin başımın tomografisini çektirdi.
– Beyninizin yarısına kan gitmiyormuş dediği boş laf. Ama bunu benim söylediğimi kimse bilmesin, lütfen. Sizi bundan sonra korumaya benim gücüm yetmez. Muhtar ağa, buradan çabucak kendi isteğinizle çıkmalısınız, – dedi.
Beni ortadan kaldırmak için SSCB KGB’sinden gelen gizli emirden Muhtar Aytkazin böyle kurtarmaya çalışmıştı.
Jeltoksan Ayaklanmasının gerçeklerini dünyaya yayılmasında ve Jeltoksan hareketinin kazanmasında Türkiyeli dostlarınızın ve Avrupa Kazaklarının yardımı olduğunu biliyorum. Açıkçası, birçoklarmız için dostlarınızın bu yardımı, bu desteği, sizlerin milli davanın çetin yollarındaki duruşlarınız, yürüyüşleriniz, tüm tehlikelere rağmen ruh ve ülkü eksenindeki kenetlenmeleriniz gerçek dostluğun örnek alınması gereken kardeşlik destanıdır. Bu işbirliği, ortak hareketleriniz hakkında bahseder misiniz?
Jeltoksan Ayaklanmasını araştırma faaliyetlerimiz esnasında topladığımız bilgiler bizi şu düşünceye ulaştırdı: Eğer, Jeltoksan Ayaklanması gerçeğini tüm dünyaya yaymazsak, masum olduğu halde hapse atılan gençlerin acı sesini dünyaya duyuramazsak, o günkü Sovyetler Birliği rejiminin şartlarında muzaffer olmamız asla mümkün değildi. Bunun için ne yapmalıydık? Bunun tek çaresi vardı. O da, bugüne kadar elde ettiğimiz, sahip olduğumuz, ulaşmış olduğumuz gerçekleri yurt dışında insanlara ulaştırmaktı. Dünya bizi desteklerse, Sovyet yetkililerinin engellerini aşma ihtimalimiz vardı.
Bir çözüm arayarak zorlandığım o günlerde gökte aradığım fırsatı yerde buldum. Hiç beklenmedik bir şekilde Türkiye’den bir mektup aldım. Mektup Türk Dünyası Araştırmaları Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’dan gelmekte ve bir sanat etkinliği için Türkiye’ye davet etmekteydi. Çeşitli engellere rağmen yurt dışına çıkmayı başardım. Kıbrıs’taki konferans salonunun duvarına Türk kardeşlerimiz “Rus İmparatorluğunun baskısı altında yaşamakta olan Orta Asya ve Kazakistan Türklerine bağımsızlık verilsin” sloganı yazmışlardı. Konferansta Turan Yazgan’dan sonra bana konuşma verildi. Bildirimin Kıbrıs Türkleri’ne etkisi o kadar büyük oldu ki, ikinci komisyon kararından sonra “Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezi Komitesi tarihte ilk defa kendi kararını değiştirerek, Kazak halkına attığı “ırkçılık” iftirasını geri almaya mecbur oldu” dediğim anda salondaki herkes ayağa kalkarak alkış fırtınasını kopardılar.
Buraya gelişimin esas amacı Sovyetler Birliği’nin yöneticileri tarafından doğrudan baskı yapılan Almatı’daki Jeltoksan Ayaklanmasının gerçeklerini dünyaya duyurmaktır. Çünkü, Gorbaçov ile yanındaki yandaşları benim Yeltsin ile iyi ilişkilerimin olduğunu öğrendikten sonra benden çekinmeye başladılar. Yoksa, onlar için beni ortadan kaldırmak, komisyon çalışmalarını istedikleri yöne çevirmek çocuk oyuncağıydı.
O dönemde, zaten sizi bertaraf etmeyi, sizden bir şekilde “kurtulmayı” planlamakta olan KGB için sizin Türkiye’de bulunmanız çok güzel bir fırsattı. Örneğin, klasik bir yöntemle, bir “Adana Kebabı”ndan zehirlenme sonucunda “ölebilirdiniz” ve tüm suçu Türkiye’ye atabilirlerdi.
Benim Türkiye’de bulunduğum sürede özellikle Turan Bey’in desteği çok büyük oldu. Turan Bey bilge, yüksek erdem, engin tecrübe ve cesur yürek sahibi önemli bir şahsiyettir. Ve tabi ki, KGB’nin olası bu planını da varsaydığından, aynı zamanda Türk ve Kazak kardeşlik ilişkilerinin en ufak leke sürülmemesi için tüm çalışmaları, görüşmeleri, sohbetleri titizlikle organize etti. Hatta, sadece benim için konuk evinin tüm katını boşaltarak, güvenlik ve koruma hizmetini güçlendirdi. Eğer o günlerde Turan Bey’in tedbirleri böyle yüksek seviyede olmasaydı, belki de tarihin akışı bambaşka yöne kayabilirdi. Bu vesileyle Turan Bey’e bir daha şükranlarımı arz etmek isterim. Turan Bey benim Hasan Oraltay’la da tanışmama vesile oldu. Hasan Oraltay’ın Jeltoksan Ayaklanmasıyla ilgili gerçekleri dünyaya duyurmasındaki özverili çalışmasını hala şükranla takdir ederim. 24 dilde yayın yapan “Azatlık” radyosunda tüm bu dillerde benim konuşmalarım olduğu gibi çevirilerek yayımlandı. Hasan ağa tanıdıkları vasıtasıyla ABD Kongre milletvekilleriyle, Kongre çalışanlarıyla bağlantı kurarak Kıbrıs’taki bildirimin İngilizce nüshasını oraya göndermiş. Bildiri Kongre milletvekillerine dağıtılmış. Kısa bir süre sonra Bess Braun’ın “ABD Kongresi Jeltoksan Olaylarını İnceledi” başlıklı makalesi yayımlanmış ve bu konuda yazılmış olan diğer makaleler de dünyanın en önemli basın organlarında yayımlanmıştı. Bu bizim çok büyük bir manevi zaferimizdi. İşte, bu olaydan sonra Sovyet yönetimi bizden çekinmek zorunda kalıyordu.
Başlatmış olduğunuz Jeltoksan Ayaklanmasını inceleyen komisyon çalışmalarınız nasıl sonuçlandı? Kimlerdi gerçek suçlular? Çalışma sonucunda ne tür kararlar alındı?
24 Eylül 1990 tarihinde Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Jeltoksan Olaylarını inceleyen Komisyonumuzun Sonuçları hakkında bir karar kabul etti. Yani, komisyon çalışmasını tamamlamış ve Jeltoksan Ayaklanmasının Kazak halkının diğer halklara düşmanlığı değil, kendi demokratik haklarını talep eden bir gösteri olduğunu ispatlamıştı. Bu gösterinin ayaklanmaya dönüşmesinin; yöneticilerin protestocularla barışçıl çözüm üretemediklerinden, çözüm yolu bulamadıklarından, kasıtlı olarak çıkmaza sürüklediğinden, onlarla anlaşmaya ulaşmanın yerine, ilk andan itibaren şiddete başvurmalarından kaynaklanan trajedi olduğuna dair karar alındı. Kararda Jeltoksan Ayaklanmasının olumsuz yönde gelişmesinden sorumlu ve suçlu olan 41 şahıs tespit edildi. İki Rus subayının “Askeri kuvvetlerin taarruzundan dolayı olayda birçok kişi öldürüldü” dediği itirafını açıkça yayımladık. Bunların titizlikle soruşturulmasından, gereken cevapların alınmasından yönetimi, savcılığı, mahkemeleri doğrudan yükümlü ve sorumlu tuttuk. Jeltoksan’da protestoculara karşı asker kazmalarının, demir sopaların, copların, itfaiye arabalarının, köpeklerin kullanıldığını ispatladık, tutuklanan ve yaralananların net sayısını tespit ettik. Jeltoksan olaylarındaki tutumlarından dolayı Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Knyazev’ten ve yardımcısı Basarov’tan başlayarak, tüm asayiş görevlileri ile ordu mensuplarından, aldıkları ödüllerin geri alınmasını ve Jeltoksan olaylarında işlenen suçla doğrudan ilişkileri olan önemli yetkililer ile yönetimdeki belli başlı şahısların görevlerinden uzaklaştırılmasını, terfi ettirilenlerinin kariyerlerinin tekrar gözden geçirilmesini talep ettik. Olaylar sonucunda hapishaneye atılan ve öldürülenlerin dosyasının tekrar gözden geçirilmesini istedik ve 17 Aralık’ın “Demokratik Yenileşme Günü” olarak kabul edilmesini teklif ettik. Kazak gençlerine “esrarkeş, sarhoş, serseri” diye iftira atarak, onlara askeri kuvveti kullandığından dolayı “Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Gorbaçov başkanlığındaki Politbüro suçlu olarak kabul edilsin” cümlesini de ekledik.
Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Kurul Başkanı Asanbayev ve diğer yöneticiler: “Bu mümkün değildir. Sovyetler Birliğini kimin yönettiğini unutunuz mu yoksa?” diye şaşırdılar. Ben inatla ısrar ettim. Sonunda “Gorboçev başkanlığında” diye başlayan cümlenin silinmesine onay verdim. Komisyonun son kararı oturumda okundu.
Sevinçten yüreğimiz yarılacak gibi olmuştu. Kendi maaşımdan komisyon çalışmasına katılan herkesi Göktepe’nin ötesine, dağa götürerek, çimenler üzerine sofra hazırlayıp kutladık, birbimizi kucaklayıp ağlaştık.
Bu belge yayımladıktan sonra, ertesi gün, bana Kazakistan Devlet Başkanı, kendisini M. Gorbaçov’un telefonla arayarak: “Komisyonu neden böyle kafasına göre hareket ettiriyorsunuz?” diye çok kızdığını bildirdi. 24 Eylül’de Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kararı yayımlandı.
Hakikatin yolu hep dikenli, kaygan ve çetindir. Jeltoksan Ayaklanması gerçeğini mum ışığıyla aradığımız uykusuz gecelerimizi veya gece yarısı evimize dönerken “hangi köşeden kim vuracak, kim bıçaklayacak” diye endişelendiğimizi, yaşadığımız korkulu anlarımızı o dönem anlayan, paylaşan insanlar çok azdı. Onların sayısının şu an bile çoğaldığını söyleyemeyiz.
Komisyon kararından sonra Gorbaçov’la yüz yüze görüştünüz mü?
2001’in baharında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin eski Genel Başkanı Gorbaçov Almatı’ya geldi. Ben o dönem Kazakistan’ın Kırgızistan’daki Büyükelçisi görevindeydim. Tam o sırada biz Cengiz Aytmatov’la Almatı’da bulunuyorduk. Kazakistan Cumhuriyetinin Kültür ve Enformasyon Bakanı Muhtar Kul-Muhammed bana telefon açarak, Gorbaçov’un Almatı’ya Cumhurbaşkanımızın davetiyle geldiğini, Başbakan Yardımcısı İmangali Tasmağanbetov’un misafire eşlik ettiğini ve öğle yemeğini birlikte yemeyi teklif ettiğini bildirdi. Öğle yemeği molasından sonra ben Gorbaçov’u: “Sizinle özel görüşmem gereken mevzum vardı” kenara çekerek şöyle dedim:
“Siz Sovyetler Birliği gibi koskoca devleti birkaç yıl yönettiniz. Ancak, sizin yaptığınız hataların biri ve en önemlisi 1986’daki Aralık Ayaklanmasıyla ilgili olaylardır. Tüm Kazak milleti, tüm Kazakistan bunun yıllarca azabını çekti. Bu yara hala da iyileşmedi. Aralık Ayaklanmasının gizli sırları hala da aydınlanmış değildir”.
Bunu söylerken Mihail Gorbaçov’un bet benzi atıyordu. Ben sözüme devam ettim.
“Ama, her şeye rağmen, bizzat şahsi başkanlığınızda yaşanmış olan trajik olaylardan sonra Kazak topraklarına ilk defa gelmiş bulunuyorsunuz, Kazaklardan özür dilemek aklınızda var mı, yok mu?” dedim.
Mihail Gorbaçov şaşkın bakışlarla: “Yoldaş Şahanov”, dedi ve uzunca sessizlikten sonra devam etti: “Hatanın yapıldığı gerçektir, ancak, Aralık Ayaklanmasından sadece ben sorumlu değilim ki. Neden diğer politbüro üyelerini de hesaba katmıyorsunuz?”
Tam o sırada cep telefonum çalmaya başladı. Telefon eden Aralık Ayaklanmasına katılanlardan Amancol Nalibayev’ti.
“Muhtar Ağa, Gorbaçov’un Kazakistan’a geldiğini duyduk. Birkaç Aralıkçı arkadaşlar bir araya gelerek, “Gorbaçov Kazakistan’dan defol!” diye sloganlar yazılı pankartlar hazırladık. Fakat kendisini bulamıyoruz. Gorbaçov’un nerde olduğunu biliyor musnuz?” dedi.
Sözlerimi Gorbaçov’un anlaması için Rusça olarak “Ben şu an kendisiyle konuşmaktayım” dedim. “Amancol, az sabır et” dedikten sonra, cep telefonumu kapatmadan, Gorbaçov’a: “Mihail Sergeyeviç, Aralık Ayaklanmasına katılanlar telefon açmaktadırlar. Eğer Kazak halkından özür dilemezseniz, onlar, “Gorbaçov, Kazakistan’dan defol!” yazılı pankartlarıyla sokağa çıkacaklar” dedim.
Kıpkırmızı olan Gorbaçov, kısa bir sessizlikten sonra “Tamam, suçlu olduğumuz gerçektir. Özür dilememi isterseniz, dileyeceğim” dedi.
Almatıya döndükten sonra, Kültür ve Enformasyon Bakanı Muhtar Kul-Muhammed’in organizasyonuyla Gorbaçov basın açıklaması yaparak, Kazak milletinden özür diledi.
Muhtar Ağa, Jeltoksan Ayaklanmasıyla ilgili verdiğiniz mücadeleniz bizlere hep örnek olacaktır. Size minnettarız. Günümüzde Nevruz Bayramı Türk Dünyasında her tarafta kutlanmaktadır. Ancak, bir zamanlar Nevruz da yasaklıydı ve yıllar sonra yine sizin mücadelenizin sayesinde Kazakistan’ın Nevruz’a tekrar kavuştuğunu, böylelikle milli bayramımızın yeniden canlandığı bilinmektedir. Lütfen, bize o günlerden, nevruz mücadelenizden bahseder msiniz? Biz Kazaklar nevruza yıllar sonra nasıl tekrar kavuştuk?
Yıl 1988, Jeltoksan Ayaklanması’nın korkularının daha yatışmadığı bir dönemdi. Hatta aksine, istihbarat servisinin insanları yakın takibe almasının daha da arttığı, Yazarlar Birliğinde beş-altı kişinin bir araya gelip konuşmalarının bile yasaklandığı bir dönemdi.
Sovyet Hükümeti 1926’da “gericilik unsuru, İslam dininin kalıntısı” olarak değerlendirerek, Türk dünyasında asırlardan beri kutlanmakta olan Ulu Nevruz Bayramını yasaklamıştı.
Bu konu beni derin derin düşünceler sevk etmekteydi. Sonunda kararımı verdim ve Kazakistan hükümeti nezdinde Nevruz Bayramının resmi bayram olarak kabul edilmesi ve kutlanması meselesini gündeme getirecektim.
Amacım, Jeltoksan Ayaklanması’ndan sonra gururu ezilmiş, yıpratılmış olan Kazaklarda, ne pahasına olursa olsun, milli bir silkiniş meydana getirmek ve başını dik tutmasını sağlamak istiyordum.
Nevruz hakkında hazırladığım yazımı yanıma alarak, Kolbin’e gittim ve ona Nevruz Bayramı kutlamalarının tüm olumlu yönlerini tek tek anlattım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kolbin: “Sizin teklifinizi Kazakistan hükümeti üyelerinden ancak iki kişi, Janibekov ile Nazarbayev destekledi, diğerleri tamamen karşı oldular. Dolaysıyla, bu teklif şimdilik kabul görmeyecek gibidir” dedi. Ben, ne olursa olsun nevruzu kabul ettirmek istiyordum: “Gennadiy Vasilyeviç, Jeltoksan Ayaklanması’ndan sonra iki millet arasında, yani, Ruslar ile Kazakların arasında bir soğukluk girmeye başladı. Eğer siz, Kazak bozkırlarına atalarının asırlar boyu kutladığı, ama daha sonra yasaklanmış olan Nevruz Bayramı’nı tekrar geri getirirseniz, Kazak halkının size bakışı değişebilir ve bu büyük toy-şölenin Ruslar ile Kazakların arasında bir yakınlaşma meydana gelmesine sebep olabilme ihtimali de çok büyüktür” dedim. Kolbin’in gözü ışıldayıverdi.
Böylelikle, asırlardan beri nesilden nesile ulaşmakta olan Nevruz Bayramı 62 yıllık aradan sonra, 30 Mart 1988 tarihinde Kazak bozkırlarında tekrar kutlanmaya başladı. Almatı’nın Maksim Gorki parkında yüz bin kişiyle kutlandı. Kutlamalar aynı gün Almatı Eyaleti’nin Enbekşi ilçesinde devam etti. Daha sonra kutlamalar eyaletlerin ilçe ve köylerinde, ta sonbahara kadar sürdü. Bir sonraki yılda ise Nevruz Bayramı Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Tacikistan’da ve Azerbaycan’da 63 yıllık aradan sonra tekrar canlanmıştır. Bu gelişmeye öncülük etmek Kazakistan için bir gurur kaynağıdır.
Nevruzla ilgili olarak yaşı 80 civarındaki bir ihtiyar “Muhtarcığım, 1947’de Nevruz bayramını tekrar canlandıralım şeklinde söylediğim bir çift laf için altı yıl hapis yatmıştım. Allah’a binbir şükür, hayalim gerçekleşti. Artık, Kazakistan nevruzun tekrar kutlanmaya başladığını gördükten sonra ölmeye de razıyım” diyerek hüngür hüngür ağlamıştı. O yaşlı adamla birlikte bizim de gözlerimiz doldu. “Gerçek şahsiyet te, gerçek kahraman da sizsiniz” dedim ben kendisini kucaklayıp.
Gerçekten de ibret dolu bir mücadele. Müsaadenizle diğer bir konuya geçmek istiyorum. Sizin dünyaca ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’la olan dostluğunuzu iyi biliyoruz. Bu dostluğunuz bizlere örnektir. Cengiz ağanın eserlerini tüm dünya okumaktadır. Lütfen, okurlarımıza, herkesin bilmediği, fakat örnek alınmasını düşündüğünüz özelliklerinden söz eder misiniz? Onu dünyaca ünlü Aytmatov olarak tanınmasına sebep olan en önemli özelliği neydi?
Delikanlılık çağımda ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Benimle ilgili yazılan övgü dolu abartılı yazıları ve kitapları okumam” demesine hep şaşar dururdum. Daha sonra Cengiz Aytmatov’u tanıdıkça onun da kendisine övgü yağdıran yüzlerce makale ve kitapların büyük bir çoğunluğunu okumadığını fark ettim. Aytmatov’la olan dostluğumuzun ilk yıllarında Cengiz ağabeyimin evinde bir konu üzerinde dertleşiyorduk Aniden odaya Meryem’ın ablası Anipa Hanım girdi ve Cengiz ağaya “Demin siz bahçede gezerken Dış İşleri Bakanlığından bir memur gelip, kimselerin adını bile pek bilmediği üç dilde yayınlanmış kitaplarınızı getirdi” dedi. Cengiz ağa sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Çalışma masamın üzerine bırakınız, daha sonra bakarım” diye karşılık verdi ve sohbetimiz devam etti.
Şahsen, övgülere hiç doymak bilmeyen, övgüleri duydukça duymak isteyen bir yöneticiyi epeyce araştırdım. Şaşaalı bir törende herkes tarafından tanınan meşhur bir şarkıcı bu yöneticiyi göklere çıkarırcasına övdükçe övdü. Bu övgü ziyafeti öyle bir hal adı ki, artık herkes somut ve net olarak bu övgünün yalan ve dalkavukluktan kaynaklanmakta olduğunu fark etmişti. Ben tam o sırada, o çok övülen yöneticinin yanında oturuyordum. Yüzüne baktığımda, aniden sarsılıverdim. Şarkıcının yalanlarla süslemiş olduğu o konuşmaya, o dalkavukça övgülere o kadar kendisini kaptırmıştı ki, gözleri dolu dolu oluvermişti. Bu şahsın zayıflığı dalkavukların riyakârlığı ile gerçek dostların samimiyeti ayırt edememesiydi. O anda ona çok acıdım.
Yetenekli kişilerin çoğu övgülere zafiyetlerinden ve kendilerini onlara kaptırdıklarından yerle bir olmuşlardır. Ama, Cengiz Aytmatov buna hiç benzemeyen, hatta, tam zıt bir karaktere sahipti. Eserleri dünyanın 177 diline çevrilmiş ve dünyada en çok okunan yazarlardan olsa bile, hayatta iken, Ruslar, İngilizler, Almanlar, Fransızlar, Çinliler ve diğer haklar onu “Büyük Yazar” diye kabul ettiği halde bile, o bu tür övgülerin hiç birine ne özel bir ilgi duymuş, ne de sarhoşluğuna kapılmıştır. Şan ve şöhrete aldırmamak; Aytmatov’un iç dünyasındaki zenginliğin zirvelerinden biri olduğu kesindir.
Cengiz Aytmatov’un Kırgızistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı görevi teklif edildiğinde bunu reddettiği doğru mudur?
Evet, doğrudur. Yıl, 1990 idi. Moskova’dan beni Cengiz Aytmatov aradı.
“Allah korudu”, – dedi hal hatırdan sonra, “Az kalsın beni Kırgızistan’nın cumhurbaşkanı yapacaklardı. Kazat dostun anlattı mı?”
“Evet, anlattı. Tüm parlamento bir buçuk saat boyunca sizin olurunuzu beklemiş. Hiç ikna olmamışsınız. Belki de, siz yirminci yüzyılın bencillikten arınmış, manevi açıdan pak, en seçkin ve temiz bir devlet başkanı olacaktınız. Artık sadece Kazaklar ile Kırgızlarda değil, aynı zamanda tüm dünyada sizin gibi cumhurbaşkanlığı makamından, korkunç bir canavardan kaçar gibi kaçmış bir kişinin bulunamayacağı da kesindir” dedim, gerçekle şakayı birbirine karıştırarak.
Çünkü, 1990’larda bağımsızlığına kavuşan diğer ülkeler gibi Kırgızistan’ın da cumhurbaşkanını genel seçimlerle tayin etmesi gerekiryordu. Çeşitli nedenlerden dolayı bu seçim süreci uzamıştı. Cengiz ağaya cumhurbaşkanlığı teklif edildiğinde, işi ehlinin yapması gerektiğini savunup, yazarlığına sadakatini bildirmişti.
Diğer bir ilginç olay 1996’da yaşandı.
Nisan’ın ilk günleriydi. Belçika’ya, Cengiz Ağaya telefon açtım:
– Birleşmiş Milletlerin müstakbel Genel Sekreteri’ne kucak dolusu selamlar olsun! dedim, şaka yaparak.
– Bu dedikoduyu kim başlatmış öğrenebildin mi? – dedi, şaşkınlığını gizlemeden.
– Bunun için kızmayın. Birleşmiş Milletlerin boş duran genel sekreterlik makamına her ülke kendi aslanlarını aday göstermektedir. Kırgızların ise dünya çapında kabul edilen ve tanınan sizden başka büyük bir aslanı var mı ki? Dün hep Büyükelçiler bir aradaydık, çoğu kendi ülkelerinin sizin adaylığınızı uygun bulduklarını dile getirdiler. “Tamam” diye kabul ederseniz, tüm dünyaya hükmü sürecek bir makamın sahibi olma ihtimaliniz yüksektir.
– Şakanın hiç te yeri değil, – dedi Cengiz ağa huzursuzlanarak, – Bu söylenti tüm Kırgızistan’a, hatta dış ülkelere bile yayılmış. Herkes yorganına göre ayağını uzatmalı değil mi? Bu dedikoduyu nasıl durduracağız?
– Cumhurbaşkanlığından vazgeçtiğiniz gibi dünya çapında bir makamı da reddediyorsanız, kendi Dışişleri Bakanınıza telefon açınız veya sayın Akayev’e söyleyin.
– Bu düşüncenize katılıyorum. Doğru olan da budur, – dedi Cengiz ağa.
Ardından iki, üç gün geçmeden Kırgız basınında şu haber yer aldı:
“… Kırgızistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının basım sözcüsü olarak bu söylentilerin asılsız olduğunu deklare ediyorum. Ünlü yazarımızın BM Genel Sekreterliğine aday olmak için ne niyeti, ne de isteği vardır. Sayın Cengiz Aytmatov şahsen böyle bir isteği hiç bir yerde ve hiç bir zaman dile getirmemiş ve sözkonusu mesele şahsi planında mecvut değildir. (11 Nisan, 1996.) Kırgızistan Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Basın Sözcüsü U. Botobekov”
Bu yaşıma kadar birçok kişiyle dertleşmiş, sohbet etmiş, danışmış, şakalaşmış, sevinmiş, kızmış, ve anlaşmıştım. Sırdaşlarım da az olmadı. Ancak, bendenize, Kırgız’ın bu büyük evladı kadar gönül ve düşünce muhitime etki ve yedinci duyu ekseninde derin manalı hasbihal edebilecek, büyük ölçüde düşüncelerimizi paylaşabilecek başka kimseye rastlamak nasip olmadı. İkimizin kendi aramızda yaptığımız sohbetlerde ortaya çıkan düşünce ve sırların yazıya dökülmemişleri az değildir. Onu kutsal kara toprağın kucağına verirken günlümü kederli ve ağır bir hüzün bastı ve ben kendimi birisi tarafından uçsuz bucaksız kumlu çölde tek başına bırakılmış kimse gibi hissettim.
Mankurtluğu da ilk olarak gündeme getiren Cengiz Aytmatov’tu değil mi? Bize, Makurtluk hakkında bahseder msiniz? “Mankurtluk” nedir?
“Mankurt” sözünü dünya edebiyat hazinesine katan Cengiz Aytmatov’tur.
Rusya Bilim Akademisi Dil Araştırma Enstitüsü’nün yayımladığı “Rusça’nın İzahlı Sözlüğü”nde “mankurt” kelimesi “Geçmişini unutan, milli şuur, kültür, geleneklerini reddeden, milli köken, manevi esas ile değerlerinden ayrılan kişidir” şeklinde tanımlanmaktadır. “mankurtluk” ise, “tarihten, atalar yolundan şaşma, manevi değerlerden ayrılma” olarak açıklanmaktadır.
Savaşta esir düşen ve köle olan tutsak, zamanla kendilerinden intikam alabilir veya vatanına geri kaçabilirdi. Bundan dolayı, Kalmaklar tutsaklarını mankurtlaştırmışlardır.
Bunun için, tutsağın ilk olarak saçları tamamen kazınır ve yeni kesilen devenin veya ineğin derisi başına kaplanır.
Buna “şire” derler. Kayıştan bir bağ ile bu deriye tutsağın başına sıkıca bağlarlar. Ayaklarını ve kollarını da kazıklara sağlamca bağladıktan sonra güneşin altında bırakırlar.
Taze deri kurudukça kafatasını kıracakmış gibi sıkar. İnsana dayanılmaz acı verir.
Büyüyen saç kuruyan deriyi geçemez, geri dönerek baş derisini iğneyle sokar gibi deler, tüm sinir sistemini öldürür, yani hafızayı tamamen yok eder.
Bu işkenceden bir hafta veya on gün sonra tutsak ölür. Sağ kalırsa; adını, bütün geçmişini unutur. Bundan böyle, sahibinin dediğini yapan, şuurlu hareket edemeyen, düşüncesiz, duygusuz, ama güç ve kuvvet sahibi bir mankurta dönüşür.
Ya günümüzdeki mankurtluk?
Atalarımızın zamanındaki mankurtluk çok az kişinin başına gelen bir felaketti. Sovyet döneminde ise SSCB içinde bulunan milli cumhuriyetlerde yaşayan halkların tümü “mankurtlaştırma siyasetinin” kurbanlarına dönüştü. Nasıl mı?
Birlikte yazmış olduğumuz “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” eserinde Cengiz ağa: “Totaliter sistem rejiminde senin de, benim de, hepimizin aklımıza, düşüncemize, anlayışımıza ideolojik “şire” yapıldı. Bu, bir sisteme boyun eğdirmek ve insanları kontrol altında tutmak amacıyla yapılıyordu” diyerek Sovyet milletlerinin mankurtlaştırılmasını veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Dil bir milletin en temel değerdir. Dili yok olan halkın kendisi de yok olur. Bunu çok iyi bilen Rusya ve Sovyet yönetimi başka halkları mankurtlaştırma işlemini Ruslaştırma siyasetine göre yürüttü. Örneğin, Sovyetler Birliği yönetimi zamanında Rusça’yı çok iyi derecede öğrenmeyen kişi terfi ettirilmez, yöneticilik işlerine alınmaz, toplumun yüksek seviyeli entelektüel insanı olarak kabul edilmezdi. Dolaysıyla, SSCB içinde yaşayanlar makam ve yetki sahibi olmak, toplumun yüksek seviyeli vatandaşı olabilmek için Rusça öğrenme yarışına girdiler. Bunlardan bazıları o kadar iyi Rusça öğrendiler ki, kendi ana dillerini unuttular. Ana dilini unutunca milli duygularını da kaybettiler. Bir milletin en korkunç ve acımasız düşmanlarının kendi köklü geçmişinden ve değerlerinden vazgeçen aynı milletin üyelerinden olduğu bir hakikattir.
Sovyet sistemi hegemonyası altındaki milletleri, aynı milletin tepeden tırnağa kadar Ruslaşan insanları sayesinde, kendi ana dilinde konuşmayı hor gören, kendi milli varlığını küçümseyen, dinini kabul etmeyen, milletine tereddüt etmeden kötülük yapmaya her zaman hazır olan mankurtları yarattılar. Böylece Sovyetler Kazaklar’ı Kazaklar’ın, Özbekler’i Özbekler’in, Buryatlar’ı Buryatlar’ın eliyle Ruslaştırıp asimile etmeye başladı.
Bu, sıçanları sıçanlarla yok etme metodudur. Bu metotta yaklaşık on fareyi demirden yapılmış kafese koyarlar ve günlerce hiç yiyecek vermezler. Acıkan fareler birbirlerini yemeye başlarlar ve sonuçta sadece bir fare hayatta kalır. Aslında bu fare hayatta kalabilmek için günlerce türdeşleriyle savaş yapan, böylece sinir sistemi bozulmuş, başka yiyeceklere bakmadan sadece kendi türdeşleriyle beslenen bir faredir. İşte bu “muzaffer” fare kafesten çıkarıldığında tek başına onlarca, yüzlerce soydaşını öldürür.
Çarlık Rusya’nın diğer milletlere yapmak istediği tüm amaçlarını Sovyet sistemi yetmiş yıl içerisinde yerine getirdi. Bunlar nelerdi? Bu; Kazaklar’ın milli kimliğini yok etmekti. Genel olarak değerlendirdiğimizde Sovyet yönetiminin ideolojisinde millet meselesi yoktu. Tek millet vardı, o da Sovyet milleti idi. Halk vardı. O da, proleterya diktatörlüğüne boyun eğen halktı. Burada materyalist-diyalektik açıdan bir değerlendirme vardır. Bu ne demektir? Bu “Rus milletinden başka milletlerin hepsinin geçmişini yok etmek, tarihini silmek” demektir. Geçmişi silinen halkın bugünü çıplak kalır. O günden itibaren “Kazaklar Ruslar’ın sayesinde eğitim, bilim öğrendi, Sovyetler Birliğindeki diğer milletler de Rusların sayesinde Avrupa’dan haberler alabildi, dünyayı tanıyabildi” propagandası Rus olmayan milletlere empoze edilir.
Çünkü, Sovyet sistemi yöneticisi olan Rusya Sovyetler Birliği’ne bağlı bulunan tüm milletleri sadece kendine bağımlı yapmayı amaçladı. Bu yüzden onları dilinden, dininden, geçmiş tarihinden, tüm milli varlığından koparma işlemini, yani, mankurtlaştırma siyasetini uyguladılar.
Bu siyasetin neticesinde Sovyetler Birliği nezaretinde bulunan milletler kendi dilinden, dininden, milliliğinden ayrılıp, sadece Komünist Partisini tanımış, partinin her dediğini yapmış, parti emrini itirazsız yerine getirmiştir. Böylece sadece partiyi övmekten başka bir şeyi düşünmeyen mankurtlar toplumuna dönüşmeye başlamışlardı.
Sovyetler Birliği kurulduktan sonra Rusya Kazak bozkırlarını sömürme ve mankurtlaştırma siyasetine, Kazak zenginlerinden, zenginliklerini güçle almaktan, onları sürgün etmekten, soysuzlaştırmaktan başladı. Bundan sonra, Kazakları kısa bir zaman içinde yerleşik hayata zorladılar, bunun neticesinde Kazakları sayısız mal ve can kaybına uğrattı. Zorla kollektifleştirme siyasetiyle Kazak halkı en verimli, en güzel topraklarından, mal ve mülkünden, alışılmış hayat tarzından ayırdılar. Böylece azaptan, ızdıraptan kurtulmaya çalışan Kazak zenginleri başka ülkelere göç etmeye mecbur kaldılar. Bu siyasetin neticesinde 1930-1931 yıllarında Kazakların nüfusu 1 milyon 950 bin azaldı.
Aynı dönemde Sovyet yönetimi Kazakların asırlardan beri kullanmakta olduğu Arap alfabesini de Latin harflerine çevirdi.
1931-1933 yıllarında Sovyetler Birliği yönetiminin meydana getirdiği suni açlık ve kıtlıktan 3 milyona yakın Kazak öldü. Gömülemeyen binlerce cesetten Kazak bozkırlarında veba hastalığı ortaya çıktı. Açlık ve veba hastalığından sağ kalanlar komşu ülkelere sığındılar. Bu kadar dayanılmaz açlığa rağmen Stalin Kazakistan’ın bütün buğdayını Avrupa ülkelerine zorla ihraç etti.
Otuzuncu yılların sonunda tüm Kazak aydınları, yani, halkın dili, gözü, kulağı olan aydınlar tamamen sürgüne gönderildi, Kazak bozkırı siyasetin kurbanı oldu. Zenginliğinden, topraklarından, siyasi liderlerinden ayrılan Kazak bozkırında Sovyet yönetimine karşı çıkmaya, başkaldırmaya muktedir olmayan yıpranmış, siyasi ve bilimsel gücü yetersiz olan uysal halk kaldı geriye. Aynı dönemde Sovyet yönetimi Kazak alfabesini Latin’den Kiril’e çevirdi. Son on yılda alfabenin iki defa değiştirilmesindeki sinsi siyaset “gelecek nesillerin atalarını, tarihini orijinalinden okuyup öğrenemesin, geçmişini unutsun, tamamen mankurtlaşsın” isteğinden kaynaklanmaktaydı.
Kazak halkını çeşitli uygulamalarla zayıflatan, yıpratan Sovyet yönetimi II. Dünya Savaşı yılları ve sonrasında diğer Sovyet ülkelerindeki hapisteki suçlularla birlikte yüz binlerce insanı Kazak bozkırlarına sürgüne gönderme ve bakir toprakları işleme bahanesiyle yerleştirdiler.
Neticesinde, 1962 yılında Kazakistan’a dışarıdan gelenlerin sayısı 3 milyon 950 bini buldu. Bundaki temel amaç, Kazak halkını kendi topraklarında diğer halklarla karıştırarak tarih sahnesinden tamamen silmekti.
Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle mankurtlaştırma politikası sona ermedi; özellikle Putin yönetimindeki Rusya Federasyonunda yaşamakta olan Türklere bu açıkça uygulanmaktadır. Günümüzde Rusya Federasyonunda yaşamakta olan Türklerin ana dilde eğitim almaları, milli varlıklarını devam ettirmeleri engellenmektedir. Örneğin, liselerde Türklerin ana dillerinde sadece bir ders okutuluyorken, tüm diğer dersleri Rusça yapılmaktadır. Bu nedir? Açıkça yapılan mankurtlaştırma değil midir? Ayrıca bunun, UNESCO ve BM’nin insan hak ve özgürlükleri hakkındaki tüm kanun ve kararlarına aykırı olduğunu Aytamtov ile yaptığımız canlı yayınların birinde dile getirdim ve Putin ve yönetimini eleştirdim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra bana Cumhurbaşkanımız telefon açtı ve Putin’in canlı yayında yaptığım konuşmamdan çok rahatsız olduğunu söyledi. O anda milletimizin düşmanlarının Putinlerin seviyesine kadar “yükselmiş” olduğunu anladım.
Öyleyse bu sorunlardan çıkış yolu nedir? Ne yapmalıyız?
Bunun için biz, Türkler, Türk Dünyası olarak Türk dilinin, milli varlığının, milli kimlik ve kişiliğimizin korunması ve gelişmesi için, Gaspralı’nın düşüncesinden hareketle hem düşüncede, hem ruhta, hem de duruşumuzda bir ve beraber olmalıyız. Bağımsız ülkelerimiz Türk bütünlüğü düşüncesiyle uluslararası arenada birbirini desteklemeli, Türk insanının hak ve özgürlüklerini savunmalıdır. Kardeşliğimizi işte göstermekten ve ispatlamaktan başka bir çıkış yolumuz yoktur. Şimdi de tüm Türk dünyasının durumuna bir göz atarsanız ve bulunduğumuz durumu değerlendirirseniz, Turan’ın her köşesinde sistematik bir şekilde sosyal ve milli baskı ve asimilasyon politikasının uygulanmakta olduğunu görür, gördükleriniz de hayretler içinde şaşarsınız. Mesela, Doğu Türkistan Türklüğünün yaşamakta olduğu problemler hala devam etmektedir. BDT ülekelerindeki, Rusya Federasyonundaki Türklerin dramına dayanmak mümkün müdür? Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve diğer bağımsız ülkelerdeki geçmiş yılların yarası hala kapanmış değil, hatta zorla tekrar açılmaya çalışılmaktadır. Mankurtluk ve kozmopolitlik insanlığın en üstün başarısı gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Güney Azerbaycan, Suriye, ve Türkmeneli’ndeki durumumuz düşmanlarımızdan başka kimi memnun edebelir ki? Bunun için biz, bizi biz eden, hepimizi ilk önce maneviyat ve ruh ekseninde birleştirecek olan değerlerimizi, yani, ilk önce milli kökenlerimize, milli varlığımıza önem vermeliyiz.
Şahsımın bu konudaki görüşüm ve konsepsyonum şöyledir. Meseleyi Türk Dünyası genelinde ele alırsak, bizlerde, Türklerde, birçok ünlü yazarlarımız, şairlerimiz, iş adamlarımız, bilim adamlarımız, düşünürlerimiz, bilginlerimiz vardır. Ancak, tüm bunlar, şan ve şöhretlerine rağmen, milli değerlere, köklere, milli kimliğe, milli duruşa sahip çıkmazsa, ben onların hiç birini de ne Türk, ne de insan olarak kabul ederim. Onların benim için hiç bir önemi yoktur.
Muhtar Bey, bu arada diğer soruya geçmek istiyorum. Siz onlarca yurt dışından verilen çeşitli uluslararası ödüllerin sahibisiniz. Türk Dünyasının en seçkin şairi ünavanı da verildi. Eserleriniz UNESCO tarafından ödüllendirildi. Japonya’da, Almanya’da, Fransa’da ve diğer ülkelerde de çeşitli bilim ve sanat ödülleri sunuldu. Ancak, resmi biyografinizde Kazakistan’dan hiç bir ödül almamışsınız. Bu doğru mu?
Bu konudaki benim şöyle bir görüşüm, hatta, hiç vazgeçmediğim bir prensibim var. Şöyle ki, vatan, bizim en kutsal, en büyük anamızdır. Hiç bir insan anasına yaptığı hizmetler için ondan bir övgü, bir taltif veya bir ödül talep etmemelidir. Doğrudur, vatan da seçkin evlatlarını dikkatinden ırak tutmamalıdır. Ancak maalesef, şu an, toplumumuzda, hapishanede yatması gereken bazı hırsızların en az madalyası veya devlet nişanı vardır. Ben onlarla aynı safta olmak istemiyorum. Bundan dolayı Kazakistan’dan verilecek hiçbir ödülü kabul etmeme prensibi edindim. Bu sebeple benim Kazakistan’dan aldığım bir teşekkürnamem bile yoktur. Geçen yıllarda bana, Kazakistan devleti “Halk Kahramanı” devlet nişanını vermek istedi. Ama, bu prensibimden dolayı kabul etmedim. Ama, vatanımızı yurtdışında tanıtmak için şahsıma verilen ödülleri kabul ediyorum.
Muhtar ağa, bilirsiniz, Kazakistan dünyanın en zengin ülkelerin biridir. Siz de bu ülkede yaşıyorsunuz. Siz zengin misiniz? Diğer bir deyişle, zenginlik sizin için nedir, ne değildir?
Açıkçası isteseydim, şu an ülkenin en zengin insanlarından biri olabilirdim. Bu doğrultuda birçok teklifler de oldu. Ama ben bunların hiçbirini kabul etmedim. Benim zenginliğim ve mutluluğum şiirlerim ve davamdır.
Muhtar ağa, şimdi de Sizin, Türkiye ve Kazakistan ilişkileri hakkında fikrinizi alabilir miyim?
Her şeyden evvel, ben ilk, önce Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Anadolu Türklerine can-ı gönülden sonsuz, kardeşlik şükranlarımı sunmak isterim. Sebebi şudur: Doğu Türkistan Türkleri Komünist Çin rejiminden çok zulüm gördü ve hala da bu durum devam etmektedir. Sorunlarını olmasına rağmen onların milli mücadeleleri devam etmektedir. 1930’larda başlayan Çin baskısını neticesinde göç etmek zorunda olan ve tüm bu göç sürecinde çeşitli zorlukları ve kayıpları yaşayan Kazak kardeşlerini bağrına basan Türkiye olmuştur. 1952’de ülkesine kabul eden, kardeşlik elini uzatan ve yardım eden Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk halkına teşekkür borçluyuz.
Hatırlarsanız, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı yıllarında Mağcan Cumabay “Uzaktaki Kardeşime” şiirini yazmıştı.
Uzakta ağır azap çeken kardeşim!
Kurumuş lale gibi çöken kardeşim!
Etrafını sarmış düşman ortasında
Göl kılıp göz yaşını döken kardeşim!
Diye başlayan uzun şirinin sonunda Anadolu evlatlarını Kazakistan’a şöyle davet ediyordu:
Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda,
Kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza
Layık mı kul olup durmak, gel gidelim
Altay’a Atadan miras altın tahta.
İşte kardeşlik budur. Sıkıntılı yıllarda acımızı paylaşacağız, birbirimize yardım edeceğiz. Aynı yıllarda Kazak Türkleri Anadoludaki kardeşlerimizi elinden geldiği kadar altın ve gümüş bilezik, küpe vs. ile Kurtuluş Savaşı’na maddi yardımda da bulunmuştu. Bu kardeşlik bağını hem şuurlu olarak, hem manevi duygu, feraset bilginliği açısından bilen Atatürk bir gün Sovyetler Birliği’nin de çökebileceğine işaret etmiş ve şu sözlerle o güne hazır olmayı istemişti: “Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.” Bu sözleri ilk duyduğumda derin saygınlığımla yürekten şükranda bulundum.
Bu güzel kardeşlik ilişkilerini açıkça ortaya koyan Mağcan Cumabay’a 80 yıl sonra, bu sefer, Türkiye’den cevap olarak ruhdaş kardeşim Feyzullah BUDAK tarafından verilen cevap bugünkü ve yarınki Türklere en güzel örnek olmalıdır.
Ayrıca, Kazakistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülke de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Kardeşlerimiz bunu asla unutmamalıdır.
Muhtar ağa, ibret dolu, manalı, bizleri düşündüren sohbetiniz için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ediyorum.
Söyleşi: NURGALİ JUSİPBAY